Vuvuzela Virtüözü

15 Nisan 2013 Pazartesi

Fırtına I

Uzun bir yazın ardından gelen, keskinliğini daha yakalayamamış kış yeni başlamıştı.


  Gök yüzü kendisinin bir aldatmaca olduğunu işaret edercesine maviydi, tek bir bulut bile yoktu, güneşin sıcaklığını tüm vücudu ile hissediyordu. Biraz susamıştı fakat daha fazla su içmeyecek kadar açtı. Güneşli günlerin ardından boşalmış olması gereken sahilin etrafında saatlerce dolaştı. Kalabalık O'nu ürkütecek kadar büyüktü, aslında sahilde, yazın sıcak ve güvenilir günlerinde ki kadar çok insan yoktu fakat sorun O'nun kalabalıklardan korkuyor olmasıydı. Kalabalıklardan korkmasının nedeni yalnız büyümesi olmalıydı. Kendisini asla o kalabalığın bir parçası olabilecekmiş gibi hissetmemişti ve bütün kalabalıklar ona ne kadar yalnız olduğunu hatırlatmak ister gibiydi. Güneşin ısıtıcı sarı rengini garip bir ''turunculuk'' almaya başladığı saatlerde, mükemmelliği sadece ayak izleri ile bozulmuş sahil koyunda bir telaş vardı. Herkes güneş batmadan bu yerden gitmek istiyordu, onlar vefasızdı. Denize karşı uzanmış bu mükemmel parlak kum tanelerini çiğnemeleri, şemsiye ve şezlonglarla bu kadar özenle yaratılmış dağların arasında kendisine özgü bir ferahlığı olan bu güzel sahilin doğallığını kendi arzularınca kullanıyor olmaları yetmezmiş gibi akşam saatleri yaklaşınca bütün ''pisliklerini'' dağ yamacından gelen hafif rüzgara bırakıp gidiyorlardı. Fakat O, onlar gibi değildi. Sahili aylardır hiç terk etmemişti, gündüz saatlerinde bazen pazar yerine giderdi belki balık haline yada marinaya ama her seferinde sahile hep dönerdi. Bununla gururlanırken kendini kandırıyor gibi hissediyordu. Acaba gidecek başka bir yeri olsaydı yine burada olur muydu?Kendisine hep cevabını veremeyeceği sorular soruyor ve bunları cevaplamamak için kendisini başka bir şeye odaklayıp unutmaya çalışıyordu. O kadar zor durumdaydı ki yeni bir çıkmaza düşmek onu eşiğinde olduğu intiharın kucağına atabilirdi. O ise ölmek isteyip istemediğine emin değildi hala. Gerçekten bir umudun olup olmadığını bilmiyordu ama kadere ve yüce adalete inanıyordu, bir gün oda tekrar mutlu olabilecekti.

  Sahil tamamı ile boşaldıktan sonra, denize yaklaştı bir kaç dakika boyunca uzaklara bakarak kırmızıya çalan bu maviliklerin tamamı ile kararmasını bekleyemeyeceğine karar verdi. İnsanların bıraktıkları kalıntılar arasında dolaşıp yiyecek bir şeyler bulma umudu ile poşetleri açıyor, kutuları tekmeliyordu. Artık bu işten utanmıyordu, açlığın neler yaptırabileceğini düşündükçe, bu sadece ihtiyacını karşılamak için sergilediği en doğal davranışlardan biri gibi hissediyordu. Nefes alması ne kadar tabii ise bu işte o kadar doğaldı. Üzeri kum taneleri ile kaplanmış yarım bir karpuz ve bir kaç mango buldu fakat aramaya devam etti, daha kuru gıdalara ihtiyacı vardı midesi sıvı ve sıvıya yakın şeyler tüketmekten buruşmuştu. En sonunda şımarık bir çocuk için hazırlanmış, üzerinden sadece bir kaç dilim ısırılarak kuytu bir köşeye atılmış içi jambon ve kaşar peyniriyle dolu bir sandviç buldu.

  Güneş tamamı ile gözden kaybolmuştu ve bu gece karnı tok uyuyacaktı.Koyun en uç noktasındaki kayalığa gitti, zamanla parçalanan kayaların oluşturduğu oyuğuna girmeden önce gökyüzüne baktı, ''sen biliyorsun, ben inanıyorum'' dedi. Yüzündeki ifade istediği şeyi elde etmekten korkacak kadar ondan uzak kalmış bir adamın artık neyi istediğimi bile hatırlamıyorum ama galiba iyi bir şey istiyordum demesi gibiydi. Oyuğun önündeki engelleri temizledi içeri girdi ve her şeyi tekrar yerine koyduktan sonra derin bir uyku için uzanıp gözlerini kapadı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Söyle içinde kalmasın